Kûfe’de Son Günler
Hicri 40 yılının Ramazan ayıydı. Geceler uzamış, iç savaşların ardından şehir yorgun düşmüştü. Hz. Ali, Kûfe’de halifelik görevini yürütüyor, bir yandan adaleti tesis etmeye çalışıyor, bir yandan fitne ateşlerini bastırmak için çırpınıyordu.
Fakat içten içe biliyordu: “Bedenimin vakti doldu. Ruhum çağrılıyor.”
Kendisine yakın olanlara sık sık şöyle diyordu: “Benimle birlikte, ümmetin düzeni de çözülecek. Adaletin bile ağırlığı taşınamayacak hâle geldi.
“Sakalımı başımdaki kanla boyayacak gece yaklaştı…”
Gördüğü Rüyalar ve İşaretler
Rivayet edilir ki, o günlerde Hz. Ali birkaç kez Hz. Peygamber’i (s.a.v) rüyasında görmüştü. Rüyada Resûlullah ona şöyle diyordu: “Ey Ali, artık bize kavuşmanın vakti geldi.” Bu rüya, ona bir müjde gibi gelmişti. Ölümü bir kayıp değil, bir kavuşma olarak görüyordu. Çünkü onun için asıl yurt, toprak değil; Allah’ın cemali idi.
Ve Son Gece…
Son gecesinde, evinden çıkarken şöyle dediği rivayet edilir: “Bu gece, vaad edilen gece. Ölümün adımları duyuluyor.” Sabah ezanına giderken, kapıdan çıkarken kazara ayakkabısını ters giydi. Yanındakiler uyardığında, yüzünde hüzünle gülümsedi ve şöyle dedi:
“Bu da ölümün bir işareti olabilir.”
Ve işte, o sabah Kûfe Mescidi’nde sabah namazını kıldırmak üzere minbere yürüdüğünde,
Harici olan Abdurrahman b. Mülcem, elindeki zehirli kılıçla onu başından vurdu.
Hz. Ali yere yığıldı.
Ve dudaklarından şu sözler döküldü:
“Füztu ve Rabbil Ka’be!”
(Kâbe’nin Rabbine andolsun, kazandım!
Bu, bir ölüm değil; bir zafer ilanıydı. O, bu dünyada adaleti aramıştı. Ama adalet, bu dünyaya sığmadı.
O da sonsuzluğa yürüdü. O kılıç, bir bedeni yarmış gibi görünse de,
aslında bir devri yarmıştı. Hz. Ali o sabah Kûfe Mescidi’nde secdeye eğildiğinde,
gökyüzü sessizliğe büründü. Çünkü yeryüzü, adaleti temsil eden bir gölgesini kaybetmek üzereydi.
Şehit edilme Anı ve İlk Sözleri
Abdurrahman b. Mülcem, zehire bulanmış kılıcıyla, namaza durmak üzere olan Hz. Ali’ye arkadan yaklaştı. Kılıcı başına indirirken, tarihe geçen o cümleyi fısıldadı:
“Lillehüküm ya Ali!” (Ey Ali, bu Allah içindir!)
Ve Hz. Ali, yere düşerken şunları söyledi:
“Füztu ve Rabbil Ka’be!”
(Kâbe’nin Rabbine andolsun, kazandım!)
Bu söz, sıradan bir acı haykırışı değildi. Bu, bir muradın tamamlandığını, bir vuslatın başladığını ilân eden bir cümleydi. Bir velî ancak böyle ölürdü:
Can verirken kazanmış gibi tebessüm ederek.
Hz. Ali’nin Vasiyeti
Yaralı hâlde evine taşındığında, oğlu Hasan ve Hüseyin’i yanına çağırdı. Onlara hem dünya hem ahiret için miras olan şu sözleri söyledi:
“Allah’tan korkun, dünyaya aldanmayın, zulme meyletmeyin, mazlumu savunun,
namaza dikkat edin, komşularınıza iyi davranın, Allah’ın kitabını terk etmeyin.”
Ve sonra Hz Ali’yi Şehit eden İbn Mülcem hakkında şunu söyledi:
“Eğer ben ölürsem, kısas yapılır. Ama sağ kalırsam, ben onunla Allah arasında hükmümü veririm.”
Bu söz bile onun adalet anlayışını yansıtıyordu: Kin değil, hak istiyordu. İntikam değil, denge istiyordu.
Zafer mi, Şehadet mi?
Tasavvuf ehline göre Hz. Ali’nin “Füztu!” demesi, dünyadan kurtuluşun değil, ilahi makama varışın ifadesidir. Çünkü bir veli, ölümü son değil, seyr-i sülûkun son durağı, yani “fenâ”dan sonra “bekâ”ya geçiş olarak görür. Hz. Ali, o anda yalnız bir şehit değildi; O, Allah’a sevdasıyla yürüyen bir âşıktı. Yüzüne bakıldığında acı değil, bir tebessüm okunurdu. Çünkü o biliyordu: Bu daracık dünya, onun sırrına artık dar geliyordu.
Ardında Ne Bıraktı?
Hz. Ali bir devlet bırakmadı, çünkü devleti halk inşa eder. Ama bir adalet mirası bıraktı. Bir zühd hali, bir ilim nuru, ve en önemlisi: Hakk’a sadakatle yürüyen bir duruş. “Adaletin kılıcı, öfkenin önüne geçmeli.”
Hz. Ali, başından aldığı darbeyle ağır yaralıydı. Yatağında ölümle hayat arasındaki o ince çizgide beklerken, onu öldürmeye gelen kişinin adını sordular. “Abdurrahman b. Mülcem.” dediler. Peki Hz. Ali ne dedi, biliyor musun?
“Ona iyi davranın. Onu aç bırakmayın. Eğer ben ölürsem, onunla kısas yapın. Yaşarsam, ne yapacağımı ben bilirim.”
Bir Şehidin Adaleti
Bu sözler, hem hayret verici hem de derinlikli: Bir insan, kendi canına kasteden için “Onu aç bırakmayın” diyebilir mi?
Bu, yalnız adalet değil bu bir velayet dilidir. Çünkü Hz. Ali için mesele artık bir beden meselesi değildi. O nefsin değil, hakkın terazisinde hüküm verilmesini istiyordu.
Kızı Zeynep’in Feryadı
Bazı rivayetlere göre, Hz. Ali’nin kızı Zeynep, babasının kanlar içinde olduğunu görünce:“Baba! Onu öldürelim!” demişti. Ama Hz. Ali şöyle cevap verdi: Sakın, sadece ben ölürsem kısas olur. Ama sağ kalırsam affedebilirim. Bu, benim davamdır, sizin değil.”
İbn Mülcem’in Akıbeti
Hz. Ali iki gün sonra vefat etti. Ve bu vasiyeti gereği, oğlu Hasan (r.a) suikastçı İbn Mülcem’i huzuruna çağırdı. Hasan b. Ali, babasının vasiyetine sadık kaldı.
İbn Mülcem’e yemek verildi, su verildi, ona kötü davranılmadı. Zehirli kılıçla kasten adam öldürmenin cezası belliydi:
Kısas.
İbn Mülcem, pişmanlık göstermedi. Aksine, bazı kaynaklara göre şöyle demiştir: “Onu öldürdüm çünkü adalet yoktu.”Bu söz bile, ne denli derin bir sapkınlık içinde olduğunu gösterir. Çünkü o, kendi nefsini “ilahi adaletin ölçüsü” zannetmişti. Ve sonunda, Hz. Ali’nin şehadeti üzerine kısas hükmü uygulanarak İbn Mülcem idam edildi.
Öfke ile Değil, Velayetle
Sufi geleneğe göre yorumlayacak olursak, Hz. Ali’nin bu süreçteki tutumu bir “insan-ı kâmil”in nasıl davranacağını gösterir:“Adalet, intikam değildir. Adalet; hakkı yerli yerine koymaktır. Ve bunu yaparken bile kalpte kin taşımamak, Allah’a yaklaşmanın en yüce hâlidir.” Hz. Ali, suikastçısına bile merhametle davranılması gerektiğini söylediğinde. bize aslında şunu demişti: Sen birini cezalandırdığında, Allah’ın terazisiyle mi yoksa nefsinle mi hükmediyorsun?
Ve son söz
İbn Mülcem öldü. Ama onun cezası sadece bir ölüm değil; hakikate karşı savaş açmış bir aklın iflasıydı. Hz. Ali ise öldürüldü.
Ama onun ölümü, sadece bir ayrılık değil;
adaletin, sabrın ve ilmin galibiyetiydi.